Bir an durdu. Yüzünde çaresiz bir iç çekişin sancıları görünüyordu. Önce güçlü, cümlenin sonuna yaklaştıkça yavaşlayan ses tonuyla ekledi;
”Bazen kendimi o kadar güçlü hissediyordum ki elimde olmayan şeyleri bile elimde olacak şekle koyabilirmişim gibi geliyor. Ancak bazen de kendimi bir o kadar da güçsüz hissediyordum ki elimde olan şeyler için dahi parmağımı kıpırdatamıyordum.”
Nasıl anlatsam? Nasıl anlatsam biçareliğimi…Sanki çok uykun vardır fakat deliksiz bir uyku için yeterli değil. Çok ağlamak istersin ama gözyaşın sel olacak kadar değil. Ayağa kalkmak istersin, hatta içinde o gücün olduğunu bilirsin; ışığı bile yansır dışına. Fakat bedenin hareket etme niyetinde değil.
Kalırsın ortada, arafta.
Sebebini öğrenmek üzerine…
İçimde ki eksikliğin yarattığı bu isteksizliğin bu ilahi ışığın kaybının nedenini sorgulamaktan diğer bildiğin tüm kalan yanlarıma yabancı kaldım.
Bazenleri yaşanmış basit şeyleri dinlemek beni rahatlatır. Olayları dinlerken sanki o anı yaşıyor ve o anı yaşamaktan, başka şeyleri düşünmeye vakit bulamıyorum.
Bu yaşıma kadar duyduğum tek şeycesine dinliyorum. Bu olay yaşanmasa ya da bana anlatılmasa sanki hiç var olmayacakmışım gibi.
Ki böylesine bir hikaye, benim tüm içtenliğimle kabul ettiğim, daha önce hiç bağlanamadığım bağdaştıramadığım bu hayatta, bir halat görevi görüyor.
Yeni doğmuş bir bebeğin duyduğu ilk ses, uykudan uyandığında gördüğün ilk görüntü, aşkı hissettiğin ilk an gibi taze, yumuşacık ve ışıltılı tat.
Ve ben ilk defa benim, yalın haliyle en temizinden. Tepkiler, o an geliştiği gibi…
Aceleci ama yeterince.
Deniz üzerine uzanmak ve beklemek denizi. Bakalım nereye götürecek bendenizi.
Yüzünde, aynaya baksa kendisinin bile anlamlandıramayacağı bir bakış vardı. Konuşmaya başladı.
“Başta çok zordu” dedi. “Halen zor.”
“Bu kadar zor olan ne?” diye sordum.
“Her şey, her şey o kadar yoğun ve karmaşık ki… Bir çok hissin aynı anda hissedilmesi kadar anlamsız.”
Çok kapalı konuştuğunu farketmişcesine bir bakış attım. Devam etti;
”İçimde bir çok duygunun mahkemesi var ve ben hepsinde suçluyum.” dedi.
“Neden?.. Neden kendini suçluyorsun?” diye sordum. Herkesten daha iyi tanıdığım birine böyle basit sorular sorduğumu kim görse ayıplardı.
“Bilmiyorum, sadece bunu durduramıyorum. Bazen saatlerce önemsiz basit şeyler hakkında konuşmak istiyorum hem de hiç durmadan. Ancak ne zaman konuşmayı bıraksam, içimdeki mahkemeden gelen çekiç sesi “Sessizlik!” diye bağırıyor.
İşte o an, o an yok olmak istiyorum. Görünmez olmak!..” devam etti.
Sevdiklerime karşı mahcup hissediyorum. Onları mahkememe tanıklık etmek için arkamdaki koltuklara oturtuyorum .
”Yüzleri yerde!” diye son cümlesinde bağırdı.
”Yaptıklarımın utancından olsa gerek.” diye ekledi kısık sesle.
Duruşumu dikleştirdim ve oturduğum koltuğa daha bir yerleştim.
Çok konuşan biri değildi. Böyle derinliği olan konuşmaları yapmayı sevmezdi. Ancak sevmese de ara ara gündem haline getirir, kendi içinde çözdemediği problemlerini sesli anlatınca daha anlaşılır olabileceğini düşünürdü.
“Neden, utanılacak ve bu kadar yargılanıcak ne yapmış olabilirsin ki?” dedim anlamamış bir tavırla.
“Bir çok şey” dedi.
Önceleri çok kez başkalarına cevapladığını hissettiren gözlerini ve sorduğum soruyu da alıp kahve fincanına doğru kaçırdı. Kahveden bir yudum alarak, daha net bakışlarla bana döndü.
Vazgeçmişti. Haklıydı, kafam burada değildi. Tek yapabildiğim hareketlerini gözlemleyip sıkıntısını anlamaya çalışmaktı. Ama nafile. Anlatıcakları, arasına bu kadar mesafe giren iki kişi içinde iyi gelmeyecek gibiydi.